Bedîüzzaman Said Nursî 1878 yılında, Bitlis’in Hizan kazasına bağlı dağlık bir köy olan Nurs’ta dünyaya gelmiştir. Babası ‘Sofi’ Mirza, Gavs-ı Hizan namıyla meşhur olan Seyyid Sıbgatullah el-Arvâsî’nin (ö. 1871) dervişlerindendir.
Nursî ilk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan alır. Ardından Tağ köyündeki medreseye başlar. Bağımsız bir karaktere sahip olduğunu erken yaşlarında gösteren Nursî sonrasında Norşin’e gider, buradaki medreselerde de kısa dönemli dersler alır. Bir ara medrese eğitiminin kendi fıtratına uygun olmadığını düşünerek köyüne geri dönse de rüyasında Hz. Peygamber’in ilme teşvik etmesi üzerine Norşin ve Hizan’daki medreselerde eğitimine devam eder. O zaman Erzurum vilayetine bağlı bir kaza olan Bayazıt’ta fasılasız en uzun süreli eğitimini (3 ay) Şeyh Muhammed Celâlî’den alır. Burada, henüz 10 yaşında iken hocasından medrese icazetnamesini alacaktır. Bayazıt’tan ayrıldıktan sonra Şark’taki diğer medreseleri de gezip hem ilmini artırmaya hem de küçük yaşına rağmen diğer mollalarla ilmi münazaralara girmeye başlar. 11 yaşında iken, Siirt’in meşhur alimlerinden Molla Fethullah ona Bedîüzzaman lakabını verir. Daha önce Molla Said olarak yörede meşhur olan Nursî, artık hayatının sonuna kadar Bedîüzzaman olarak bilinir hale gelecektir. Siirt’ten Cizre’ye, ardından da Mardin’e geçen Nursî, burada Cemâleddin Afgânî’nin (ö. 1897) bir talebesi aracılığıyla onun özellikle ittihâd-ı İslâm’a ilişkin fikirlerini tanıma fırsatı bulur. Mardin’de iken siyasetle de ilgilenmeye başlayan Nursî, valiyle münakaşası neticesinde il sınırları dışına çıkarılır. Bitlis Valisi Ömer Paşa onu konağına davet eder, burada 2 yıla yakın bir süre kalır. Ömer Paşa’nın ve ardından Van Valisi Hasan ve Tahir paşaların konaklarındaki ikameti sayesinde, hem İstanbul’dan gelen gazeteleri takip etme hem de kütüphanelerinde yer alan Batı düşüncesine dair çok çeşitli eserleri mütalaa etme fırsatı bulur. Tahir Paşa’nın konağında iken, bir gün Paşa ona gazetede okuduğu bir haberi gösterir. Haberde İngiltere sömürgeler bakanı William Ewart Gladstone’un (ö. 1898) bir konuşmasından bahsedilmektedir. Elinde Kur’ân-ı Kerîm’le kürsüye gelen Gladstone “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp edip, bu Kur’ân’ı sukût ettirip ortadan kaldırmalı yahut Müslümanları ondan soğutmalıyız” demektedir. Batı siyasetinin artık salt sömürgecilikten öteye geçerek doğrudan İslâm’ın inanç alanına müdahale ettiğini gösteren bu olay Nursî’nin hayatında bir dönüm noktasını teşkil eder. Bu haber üzerine “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez ebedî bir güneş gibi mucize olduğunu dünyaya ilân edeceğim” diyen Nursî, sonraki hayatını temelde buna adar. Fen bilimleriyle din ilimlerinin birlikte okutulacağı, eğitimin Türkçe, Arapça ve Kürtçe olmak üzere üç dilli olacağı bir üniversite projesi kurgular. Bu üniversitenin adını da İslâm dünyasının ikinci Ezher’i olması, Şark vilayetlerini ilimle çiçeklendirmesi niyetiyle Medresetüzzehra olarak belirler. Bu proje için 1907 yılında, Van Valisi Tahir Paşa’nın referans mektubuyla birlikte İstanbul’a, Sultan Abdülhamid’le görüşmeye gider. Ancak mâbeyn katibini geçemeyen Nursî, önce bir makam ve iyi bir maaşla geri gönderilmeye çalışılır, bunu kabul etmemesi üzerine ise Toptaşı Tımarhanesi’ne gönderilir. Buradaki doktorun “bu adamda cünûn var ise dünyada akıllı yok” demesi üzerine bu sefer hapse atılır. Serbest bırakılmasından kısa bir süre sonra, 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilir. Meşrutiyeti olumlu karşılayan Nursî, meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde Sultanahmet’te düzenlenen mitingde halka hürriyeti anlatır, sonraları Hürriyete Hitap adıyla basılacak olan bu konuşmayı birkaç gün sonra Selanik’te de tekrarlar. İstanbul’da bulunduğu dönemde hareketli bir siyasi ve sosyal hayatın içindedir. İnsanları, özellikle de Kürtleri meşrutiyete ısındırmak için her ortamda konuşmalar yapar, gazetelere makaleler yazar. Kürt hamallarla, askerlerle konuşur, onları itidale davet eder. Doğu’daki Kürt aşiretlerine meşrutiyet lehine telgraflar gönderir. Fakat tüm bu çabalarına rağmen, 31 Mart ihtilaline karıştığı iddia edilerek sıkıyönetim mahkemesinde yargılanır, beraat etmesinin ardından Van’a geri döner. İttihat ve Terakki yönetiminin süreç içerisinde ortaya çıkan bazı politikalarını eleştirse de Doğu’da meşrutiyet lehine aşiretleri bilgilendirmeye devam eder. Bu konuşmalarını sonrasında Münazarat ismiyle kitaplaştırır. Başlangıçta İttihat ve Terakki’yle birlikte hareket etse de sonradan partinin yeni bir dikta rejimi tesis etmesiyle partiyle yolları ayrılır. Bununla ilgili olarak, “Ben [hürriyet ve meşrutiyet yolundaki] yürüyüşümü terk etmedim, onlar terk etti” diyecektir. Bu dönemde Şark vilayetlerinde gezen Nursî, 1911 yılı içerisinde Şam’a da gider, burada ulemayla görüşür. Tüm bölge ulemasının toplandığı bir zeminde, Emeviyye Camii’nde bir hutbe verir. Bu uzun hutbe seneler sonra Hutbe-i Şâmiyye ismiyle kendisi tarafından Türkçeleştirilerek yayımlanacaktır. Ardından Sultan Reşad’ın davetiyle Rumeli seyahatine katılan Nursî, seyahatten kısa bir süre sonra Balkan Savaşları’nın başlamasıyla birlikte akim kalan Üsküp Üniversitesi projesine ayrılan tahsisatı Sultan Reşad’dan (1909-1918) Medresetüzzehra için ister. Teklifi kabul görür ve 1913 yılında Van’da üniversitenin temelleri atılır. Ancak bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlaması ve Nursî’nin de talebeleriyle birlikte kurduğu milis alayıyla Erzurum-Pasinler cephesinde Rus ve Ermenilere karşı savaşması hengâmında Medresetüzzehra projesi yine akim kalır. Bitlis savunması sırasında Ruslara esir düşen Nursî, yaklaşık iki buçuk sene Sibirya’da Kostroma’da esir tutulur. Bolşevik ihtilalini fırsat bilerek 1918 yılı başlarında esaretten firar ederek Polonya, Avusturya ve Almanya üzerinden İstanbul’a gelir. İstanbul’da büyük teveccühe mazhar olan Nursî, Enver Paşa’nın özel ilgisiyle karşılanır ve İslâm âleminin umumi problemlerine çözüm aramak maksadıyla yeni ihdas edilen Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye orduyu temsilen üye tayin edilir. İki sene bu görevde kalan Nursî, 1920’de İstanbul’un İngilizler tarafından işgalinin ardından İngilizler aleyhine Hutuvât-ı Sitte isimli bir bildiri yayımlar, Kuvâ-i Milliye lehine yazılar yazar, bu mücadeleyi cihad olarak tanımlar. İstanbul’da verdiği mücadele nedeniyle Ankara’da yeni kurulan Millet Meclisi tarafından ısrarla meclise davet edilir. Bunun üzerine Ankara’ya gelir ve mecliste, Yunan ordusuna karşı gösterilen başarıların da verdiği bir güvenle, dine karşı bir lâkaytlık olduğunu görür. Bunun altında yatan itikadî tehlikelere karşı mebuslara hitaben iki risâle kâleme alır. Bu risâlelerden ilki namaz hakkındadır. Ankara’da kaldığı dönemde yayımladığı ikinci bildiri ise maddeci fikirlere karşı, sonradan Tabiat Risâlesi adını alacak olan, Zeylü’z-zeyl’dir. Ankara’daki bir diğer faaliyeti ise Medresetüzzehra projesini yeniden dillendirmek, meclisten bunun için ödenek istemektir. 200 milletvekilinden 163’ünün onayıyla tahsisat kabul edilir, ancak sonraki çalkantılı süreçte proje yine akim kalır. Ankara’da umduğunu bulamayan Nursî, “Eski Said’i Yeni Said’e götüren” bir trenle Van’da inzivaya çekilmeye karar verir. Fakat çok geçmeden, Şeyh Said’in (ö. 1925) teklifini reddetmesine ve onu isyandan vazgeçirmeye çalışmasına rağmen, Şeyh Said isyanıyla ilişkilendirilerek Van’daki mağarasından alınıp Burdur’a sürgün edilir (1926). Böylelikle 1950’lere kadar sürecek olan sürgün ve hapis hayatı başlamış olur. Burdur, Barla (Eğirdir), Eskişehir, Isparta, Kastamonu, Denizli, Afyon, Emirdağ sürgün veya tutuklu olarak bulunduğu şehirlerdir. Bu dönemde tamamen siyasetten uzak, sadece iman ve Kur’ân hizmetiyle uğraşan Nursî, ilmî hayatının nihâî meyvesi olarak gördüğü Risâle-i Nur’ların telif ve neşriyle uğraşmaktadır. Arap harfleriyle kitap basmak yasak olduğu için talebelerinin kurduğu bir halka marifetiyle, yazdığı risâleler elden ele çoğaltılmak suretiyle tüm Anadolu’ya yayılır. Sonraki süreçte bu risâleler sadece Arap harfleriyle değil, artık matbaalarda da Latin harfleriyle basılıp dağıtılır hale gelecektir. Nursî’nin vefatından sonra bu sosyal ağlar gelişip devam etmiş ve zamanla çeşitli cemaat formlarını almıştır. Said Nursî’ye halef olma iddiaları ve cemaatleşme süreci ilk zamanlarında risâlelerin muhafazası ve yayılması noktasında bir emniyet teşkil ederken, sonraki süreçte özellikle Türkiye’deki siyasi dönüşümün de etkisi ile Risâle-i Nur’un bir cemaat kitabı olarak görülmesine ve muhatap kitlesinin sınırlanmasına sebep olacaktır. 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle nisbeten rahatlasa da Nursî bu dönemde de adli soruşturmalardan, zehirlenme girişimlerinden uzak kalmaz. Aleyhinde açılan davalardan sürekli beraat etmesi üzerine 1953 yılından itibaren biraz daha rahat hareket etme imkânına kavuşur. Bu dönemde Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki Risâle-i Nur talebelerini ziyaret eder, onlara dersler verir. 82 yaşındayken, artık hayatının son günlerini yaşadığını hisseder ve ruhunu Urfa’da teslim etmek arzusuyla talebelerinden kendisini Urfa’ya götürmesini ister. Şehre varmalarının ardından iki gün sonra, 23 Mart 1960 tarihinde, İpek Palas Oteli’nde vefat eder. Halilürrahman Camii avlusunda hazırlanan bir mezara defnedilir. Fakat 27 Mayıs 1960 ihtilalinin ardından, cunta yönetimi muhtemelen sembolik bir eleştiri merkezine dönüşmesinden çekindiği için, Bedîüzzaman’ın ölüsünden dahi korkarak naaşını bir gece gizlice yerinden alıp bilinmeyen bir yere defneder.
Seçili kayıt silinecektir, işlemi onaylıyor musunuz ?
Hesap Numaramız
T. Vakıflar Bankası Konya Şubesi
IBAN TR33 0001 5001 5800 7292 3132 66
İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. Dilediğiniz halde çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Detaylı bilgi için tıklayınız